Ekonomi

Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devletinde Tarım

Cümleten selamlar. Tarım yazıları serimize devam ediyoruz. Bu yazımızda konumuz selçuklu devleti ve osmanlı devletinde tarım. Şimdi niye bunlardan bahsediyoruz. Efenim gerek selçuklu devleti olsun gerek osmanlı devleti olsun hem soydaşlarımızın kurdukları devletler hem de bu topraklar üzerinde kurulmuş olan medeniyet üzerinde ciddi etkisi olan devletler. Dolayısıyla bu devletler ve uyguladıkları tarım politikalarından bahsetmeden ülkedeki güncel tarım politikalarını incelemek oldukça sığ bir vizyona sebebiyet verir.

Selçuklu Devletinde Tarım Politikaları

Selçuklu devleti Türklerin kurduğu dört büyük imparatorluktan 3. sırada olanıdır. 1. sırada Hun imparatorluğu, 2. sırada Göktürk imparatorluğu, 3. sırada malum Selçuklu ve 4. sırada Osmanlı imparatorluğu şeklinde sıralama devam ediyor. Günümüzde Göktürk’lerle alakalı elimizde sadece Göktürk Yazıtları ve Çinlilerden kalma bir kaç kaynak var. Göktürk yazıtlarında Bilge Kağan’ın “Ölmek üzere olan milleti dirilttim; aç milleti doyurdum; çıplak milleti elbiseli, yoksul milleti zengin, az milleti çok kıldım” laflarıyla başlayan Türklerin iktisatla ve refah devleti kurmayla imtihanına Selçuklu devletiyle devam edelim.

11. Yüzyılda Oğuz Türkleri tarafından Maveraünnehir’den (Maveraünnehir günümüz Özbekistan sınırları içerisinde yer alan Amu Derya ve Siri Derya nehirleri arasında kalan bölgedir.) Horasan’a (Horasan ise günümüz İran devletinin de eyaletlerinden birisidir. ) geçilerek kurulan devletin iktisadi yapısına bir bakalım şimdi.

Selçuklu devletinin hükmettiği topraklar ve fetih çabalarına baktığımızda tarihi ipek yolunun olduğu Semerkant ve Buhara’dan batıya doğru ve baharat yolunun güzergahı olan Merv, Nişabur, Rey ve Tebriz’e doğru bir hareket olduğu açıkça görülebilmektedir.

Aslına bakarsanız bu fetih haritası mantığından hareketle ipek yolunu terk etme ve baharat yoluna (batıya) doğru meyletme gayreti açıkça görülmektedir. Buradan baktığınızda ise Selçuklu devletinin temel olarak ticaret yollarını hakimiyet altına alarak gelir elde etme ve refahı arttırma çabaları açıkça görülmektedir. Yani dönemin en önemli faaliyeti fetih etmek ve fethedilen yerlerin malına çökmek, daha sonra fethedilen bu yerlerdeki ticaretten gelir elde etmektir. Dönemin teknolojisi gereği zaten seri üretim ve sanayii gibi faaliyetler olmadığından üçüncü ana faaliyet alanının ise tarım olduğu açıktır.

Şimdi bu işleri ve yukarıda izah ettiğim stratejiyi yapabilmeniz için elinizin altında sağlam askerlerden oluşan, lojistiği tam bir ordu gerekir. Selçuklu’da ordu hassa ordusu ve tımarlı sipahilerden meydana gelmektedir. Padişahı ve sarayı koruma işini hassa ordusu gerçekleştirmekteyken esas vurucu güç tımarlı sipahilerdir. Savaşları kazanan güruhta bu gruptur. Hassa ordusu düzenli maaşlı personel iken tımarlı sipahilerin devlete bir yükü yoktur. Nasıl lan diyorsan aşağıya geç.

Koca Bir Orduyu Beleşe Getirmek : İkta Sistemi

Dönemin tüm dünyasında popüler olduğu üzere o dönemde bir hanedan belirli bir toprak parçasını zapt etmekte, bu toprakların tamamı ise devleti yönetmeye nail olan kutlu (bkz. kut) hanedanın olmaktadır. O dönem bu fethedilen topraklar kimseye tapusuyla verilmemekte, sadece kiralanmaktadır. Selçuklu’da bu toprakların kiralanmasına ikta sistemi denir.

İkta sistemini 3 padişah görecek kadar tıtulan ve sevilen popüler bürokratlardan Nizamülmülk icat etmiştir. Nizammülmülk bu kurgusuyla sistemin en büyük iktisadi faaliyeti olan tarım ve askeri faaliyetin ikisinin de sürdürülebilir hale gelmesini hedeflemiştir. Öte yandan artık ürün ile tarım ürünü ihraç edilmesi ve topraklar üzerinden geçen ticaretten pay alınması da bir diğer hedeftir.

İkta sisteminde saray mensubu/saraya yakın askeri ve bürokrat tayfaya hükümdara ait toprak parçalarından kiralanmakta, toprakları kiralayabilen şanslı şahıs ise bu toprakların bulunduğu bölgenin vergisini toplamaktadır. Geliri yalnızca bu vergi kalemi olan ikta topraklarının başındaki kişi, sürekli hazırda bir tımarlı sipahi asker grubu bulundurmaktadır. Ayrıca bu topraklarda üretim yapmak zorunludur. Barış zamanı toprakların güvenliğini sağlamakta bu abilerdedir. İkta topraklarının başındaki kişinin giderine baktığımızda kendi maaşı ve istihdam ettiği askerlerin giderleri görülmektedir. Aslında sistem tam bir toprağa bağlı askeri sistemdir ve gerçekten bu yöntemle Selçuklu koca bir fetih ordusunu beleşe getirmiştir.

İkta Sistemi Mantıklı Mı ?

Aslında dönemine göre bakarsanız çok mantıklı. Çünkü o dönem en büyük problem lojistik sorunudur. Şimdi düşünsene fetih faaliyetleri için maaşlı ordu çalıştırdığını. Önce devletin eyaletlerinden vergi toplanacak, bu para uzun yolculuklardan sonra başkente gelecek, sonra bu paradan giderleri düşüp askerlere dağıtacaksın.Büyük finansal operasyon ve güvenlik gerekçeleriyle mümkün değil. İşte bu sebepten biraz da zorunlulukla aslında o dönemdeki tüm imparatorluklar merkeziyetten ademi merkeziyetçiliğe geçmek zorunda kalmıştır. İkta sistemi ile hem maaş vs. nin lojistik sorunu tamamen ortadan kaldırılmış, buna ek olarak toplanan vergiler yerinde harcanmıştır.

Yine burada fetih sürecinde tımarlı sipahinin önemini anlatmıştık. Düşünsene o dönemin teknolojisiyle İstanbul’dan Mısır’a sefer düzenlediğini. Tüm ordu İstanbul’dan kalkıp gittiğini filan. Fecaat tabi. Bu metotla en azından ordu yoldan toplana toplana gidilmekte ve büyük lojistik sorunların önü bu şekilde kesilmektedir.

Yine ikta sisteminin verginin yerinde harcamasına yönelik niteliği ikta topraklarının daha çok güzelleşmesini, daha fazla nüfus toplanmasını sağlıyor, bu da daha fazla vergi geliri toplanmasını sağlamaktadır. Daha fazla vergi geliri elde edilmesi için ikta sahipleri tarafından tarımsal üretimin arttırılması teşviki kapsamında su kanalları projeleri yapıldığı tarih kayıtlarında yer almaktadır.

Bir de benim gibi yörük olan ve dağ bayır gezip toprağı işgal ederek vergi vermeyen Türkmen tayfası ikta sistemiyle toprağa bağlanıyordu. Aslında o dönem için model gayet mantıklıydı.

İkta Sisteminin Zararları ve Selçuklunun Yıkılışı

Şimdi Nizamülmülk baktığınızda gerçekten vizyoner bir insan. İkta sisteminin mucidi demiştik. Aslında ikta sistemi önceki islam devletlerinde var ancak askeri versiyonu hariç. İşin içine askeri katan Nizamülmülktür.

İşte bu sistemi kuran Nizamülmülk siyasetname adlı eserinde ikta sisteminden bahsederken “en az 2 seneye bir ikta sahipleri değiştirilmeli” demiştir. Fakat o dönemin teknolojisiyle birlikte düşündüğünüzde devlet kavramının ataleti sebepli bu metod uygulanamamış, iktalar babadan oğula geçmeye başlamıştır. Bu durum ise zaman içerisinde ikta sahiplerinin feodalleşmesine sebep olmuştur.

Feodalleşen ikta sahipleri güç kazandıkça hükümdarı sıkıştırmaya başlamış (lobileşme, memfaat grupları kurma), hükümdardan kendi muhitleri için daha fazla istisnalar tanınmasını istemiş, bu taleplerinin reddi ile diğer ikta sahipleriyle güçlerini birleştirerek başkaldırılar yapmıştır. Bu da devletin içerden hasar görmesine sebep olmuştur. Yine iktaya konu araziler vakıflara devredilmiş, arazilerin vakıflara geçmesi ve iktadan çıkması nedeniyle tarımsal üretim sürekliliği kesilmiş, bu vakıfları yöneten aristokrat ekip dönem içerisinde haddinden fazla bir güç elde etmiştir.

Zaten zaman içerisinde devleti içten çökerten unsurlardan birisi de bu içerde kafasını çok kaldıran ve zenginleşen sermayedar grup olmuştur. Tabi Selçuklu’nun yıkılışında dini cemaatlerin etkisini azımsayıp birinci sıraya ikta sistemini koymak bizi hataya götürür. Ancak bu cemaat meselesi buranın meselesi değil, onu pas geçelim.

Selçuklu Devleti Tarım Politikaları Özet

Selçuklu devletinde devletin ana gelir kaynağının vergi olduğu, burada devletin temel iktisadi strateji olarak belirli bir ticaret güzergahını hedeflediği görülmektedir. Tarım her ne kadar ikinci planda gibi gözükse de asker ile tarımın bağdaştırılması tarım sektörünü stratejik bir sektör haline getirmiştir.

Selçuklu devleti tarım politikalarını bu çerçeve içerisinde belirlerken içerde yetiştirilen ürün tipine müdahale etmemiş, ancak kurulan sistemin sürekli olarak tarımı teşvik edici bir model olduğu görülmüştür. Sultan Sencer’in dahi Merv ovasına bent yaptırması sektörün kamu için kritiklik derecesinin bir göstergesidir.

Selçuklu devleti her ne kadar ürün bazında tarım sektörünü desteklemese de devletin bu sektöre yönelik altyapı çalışmalarının bizzat devlet eliyle yapıldığı görülmektedir. Tabi burada ikta sisteminin askerlik sisteminin tabanı olması ve o dönemde zenginliğin kaynağının ya ticaret hatlarını kontrol ya da bizzat üretimden geçmesi Selçuklu devletini muhakkak bu alanlarda teşvike zorunlu kılmıştır. Ancak tarih kayıtlarından benim anladığım özellikle Selçuklu devletinde elde edilen vergi gelirlerinin önce güzergahtaki ticaret hatlarının güvenliği ve selameti için harcandığı ve bu alanlarda yatırımlara öncelik verildiği (40 km.’ye bir kervanların dinleneceği tesislerin inşaası), daha sonra tarım sektörüne yönelik altyapı yatırımları yapıldığı şeklinde.

Biraz da üretilen ürünlere bakalım. Selçuklu Devletinde Horasan civarında üretilen tarım ürünlerine bakıldığında hububat,mısır, pirinç, pamuk, keten, üzüm ve sair meyveler, fındık (şiabur/isferayin), badem, ceviz, şeker kamışı, mantar, turunçgiller, erguvan, nilüfer, zambak ürünleri üretildiği kayıtlarda yer tutmuştur. Hayvancılık olarak bakıldığında küçükbaş, büyükbaş, deve, at yetiştiriciliği, ipek böcekçiliği, arıcılık faaliyetlerinin yapıldığı devlet kayıtlarında yer almaktadır.

Yukarıdaki çeşitliliğin yanında tıpkı günümüz dünyasında olduğu üzere üretilen ürünler arasında buğday en fazla üretilen üründür. Çünkü ikta sisteminde devlete olan vergi mükellefiyetinin (yeni fethedilmiş olan ve istisna tanımlanan bölgeler hariç olmak kaydıyla ülke genelinde 1/3 olarak uygulandığı belirtiliyor.) buğday olarak ödenebilmesi ve buğdayın her şart ve ortamda yetişebiliyor olması, yine o dönem diyetlerinde buğday temelli beslenmenin kolaylığı insanları buğdaya yönlendirmektedir.

Özellikle bitki üretimi gibi hayvan üretiminin de reaya denilen halk tarafından yapıldığı, halkın herhangi bir kölelik vaziyeti olmamakla birlikte bitki üretiminden çıkmasının ve ayrılmasının ancak devletin onayına tabi olduğu, bitki üretimi ile birlikte hayvancılığın zorunlu tutulmadığı, ancak halkın küçük aile işletmeleri şeklinde hayvancılık yaptığı belirtilmektedir. Ancak yine kayıtlarda o dönem hayvancılığın özellikle Horasan bölgesinde çok kısıtlı kaldığı, Horasan bölgesi dışında hakimiyet altında olan neredeyse bütün eyaletlerde devletin hayvan ithal ettiği mal kayıtlarından görülebilmektedir.

Anadolu Selçuklu’da Hayvancılık

Yukarıdaki husus tabi Büyük Selçuklu Devleti için geçerli. Büyük Selçuklu devletinin yıkılmasıyla ortaya çıkan Anadolu Selçuklu devletinin kayıtları incelendiğinde tarım sektöründe hayvancılık kaleminin ön plana çıktığı görülüyor. Özellikle Anadolu Selçuklularında yörüklerin at, keçi ve koyun sürülerinin ihraç kalemlerinde başı çektiği kayıtlarda bulunmaktadır.

Öte yandan Anadolu Selçuklu devletinde ihraç kalemlerinde dikkat çeken kayıtlara göre toros bölgesinden elde edilen kerestelerin Mısır’a ihraç edildiği, Avrupa ülkelerine halı, dokuma, ipek, keçi kılı ipi ihraç edildiği, ancak en büyük ihraç kaleminin Kastamonu ve civar yörede üretilen at, keçi ve koyunların günümüz Irak ve Suriye’de bulunan devletlerine ihraç olduğu görülüyor.

Bu çadırda kalmışlığım var, keçi kılından yapılan bu çul çadır adama fena batar, uyuz eder.

Yine hem Selçuklu devletinin hem de Anadolu Selçuklu devletinin ikta sistemiyle birlikte uyguladığı tarım politikalarının yerleşim maksadı taşıdığı da görülmektedir. Özellikle yeni fethedilmiş topraklarda demografik dengeyi sağlamak, fethedilmiş olan toprakların ekonomik olarak savaş nedeniyle darlık içinde olması ve onu canlandırmak maksatlı, araziler ikta modeli altında reayaya kiralanmaktadır.

Osmanlı Devletinde Tarım Politikaları

Osmanlı devletinde benzeri demeyeceğim tıpatıp aynı sistemi farklı adlar altında görmekteyiz. Yukarıda anlattığım ve aklınıza oturduğunu düşündüğüm metodu unutmayın. Bu metodun aynısının adı ikta yerine tımar sistemi olarak geçmiştir. Yalnız şunu belirtelim Osmanlı döneminde tarım politikaları ile Selçuklu devleti tarım politikaları arasında şöyle bir farklılık vardır. Selçuklu devleti tarım faaliyetini Osmanlı’dan farklı olarak ihracat temelli de kullanmışken Osmanlı’nın tarım politikasının temeli önce yerli yurttaşın doyması, daha sonra askerin doyması üzerinedir. Yani tarımsal faaliyet ile ihracat yapalım, sermaye biriktirelim filan gibi bir düşünce temelde yoktur. Burada Osmanlı yönetimi tarafından tarım ürünlerinin dış pazara açılarak sermaye biriktirmek ya da ticarete konu edilmekten çok askeri ve iç sistematiğe dönük bir kritikliğinin bulunduğu söylemek gerekiyor.

Bununla birlikte Osmanlı’da vergi gelirlerinin %40-%50 aralığında tarım üretiminden kaynaklandığını belirtmekte fayda vardır. Yani iç pazara yönelik üretim dahi ciddi şekilde bir vergi hacmine sebep olmuştur.

Osmanlı Döneminden Tarıma İlişkin Muhtelif Kayıtlar

Osmanlı devletinde Selçuklu’ya göre kayıtlar biraz daha fazla olduğu için muhtelif hesaplamalara da rastlanılmıştır. Devlet yönetiminin öncelikle köylülerin geçim ve beslenme koşullarını hesapladığı, daha sonra üretim fazlası elde ederek pazarlara gıda maddesi çıkarıp çıkaramadığı tahmin edilmeye çalışılmıştır. Aslına bakarsanız bu merkezi planlamaya ilk adımlar diyebiliriz. Hatta Osmanlı devleti için merkezi planlamanın baskın olduğu ilk devletlerdendir diyebiliriz.

Bu hesaplarda ise tarımsal üretim çoğunlukla buğday cinsinden ifade edilmektedir. Hesaplamalarda kişi başı toplam net üretim tahmin edilmeye çalışılmaktadır. Net üretim, gayrisafi üretimden tohumluk ayrılması, her türlü kayıplar ve vergiler sonrasında köylünün elinde kalan üretimdir. Köylülerin kişi başı yıllık 250 kg. ile 300 kg. arasında hububat tüketimi olduğu kabul edilmektedir.

Yine kayıtlar incelendiğinde hayvancılığın popüler olduğu Taşeli platosu gibi yöreler istisna olmak kaydıyla toplam tarım üretiminin %50’den fazlasını tahıl üretimi oluşturmaktadır. Bu durumun istisnasını ise Çukurova pamuk ile, tosya, ünye-terme civarı ise pirinç ile bozmaktadır .

Yine Osmanlı devletinin bu ekilmeyen topraklara kafayı taktığı görülmektedir. Şimdi kanunnamelerden bir metin paylaşalım “

“…Ve bir raiyyetin elinde çiftliği olsa Bursa müddü ile dört müd tohum ekmek her yıl borcudur. Hiç ekmediği yılda elli akçe, ekmediği için alına ve alâhâzâ amma dört tohum, tamam ekdikden sonra dayri san’at işler ise dahi taarruz olunmaya.”

Bir çiftlik yer tasarruf eden raiyete Bursa müddü ile yılda dört müd tohum ekmek lazımdır. Ekmedüğü yılda elli akçe vere. Amma Karaman müddü ile bir müd ekse yirmi beş akçe vere ve alâhâzâ vesair umuruna dahlolunmaz ve eğer bir raiyyete âfet yetişüb bîmecâl olub çiftin bıraksa sipahisi olyeri ahara verüb andan resm-i bennak alına resm-i çift taleb olunmaya.”

Vergi Sisteminin Bozulması ve Ağaların Oluşması

Şimdi Osmanlı’da durum geneli itibariyle böyle ancak 16. yüzyıl sonu itibarıyla konunun yani tarım meselesinin kapsamını genişleterek vergi meselelerine de girmemiz gerekiyor. Bilindiği üzere 15. Yüzyıl Osmanlı devletinin maksimuma ulaştığı bir dönemken 16. Yüzyıl ile birlikte devlet yavaş yavaş düşüşe geçmiştir. Bunun için bir çok gerekçe öne sürülmektedir. Bu gerekçelerden biri de tımar sisteminin bozulmasıdır.

Tımar sisteminin bozulmasının sebeplerinden birisi de tıpkı Selçuklu devleti kısmında bahsettiğimiz üzere tımar arazilerin bir aile tarafından yürütülmesi ve yukarıda da kanunnamelerde geçen çift bozan vergisinin uygulanamaz hale gelmesidir. Bunun uygulanamamasının nedeni köylünün üretimi yavaşlatması ve bu üretim yavaşlatmasının devlet içindeki isyan hareketleri ile birlikte neredeyse bütün satha yayılmasıdır.

Tüm bu hadiseler üzerine Osmanlı devleti konuya eğilmiş, vergi gelirlerini artık bölgesel değil doğrudan merkeze bağlayacağım diyerek iltizam sistemine geçmiştir. Ancak bu sistemi uygularken vergi gelirlerinin toplanması işini ihaleye vermiştir. Bu durumdan ise İstanbul’da yer alan sermayedarlar pozitif etkilenmiş, zaten isyanda olan halkın üstünde daha fazla baskı kurulmasına sebep verilmiştir. İstanbul’da yer alan sermayedarlar ise tabii ki gidip bizzat vergi toplamamıştır. Zaten bunların böyle bir gücü de yoktur. Bunlar da kendilerine verilen vergi toplama yetkisini alt mukataa denilen şekilde taşrada yer alan güçlü kişilere vermiştir. Bu ayan kavramını ortaya çıkartmıştır. Yani welcome to ağalık system.

18. yüzyıl ile birlikte 17. yüzyılda yapılan alt mukataa uygulamaları taşrada sermaye birikimi ve burjuvazi kavramının temellerinin atıldığı dönemlerdir. 18. Yüzyılda osmanlı devletinin yaptığı büyük hatalardan birisi de iltizam sistemindeki alt mukataaların sürekli hale getirilmesi yani ömür boyu bir kişiye bağlanmasıdır. Bu da ayanların taşrada devlet yetkilerini gasp etmesine sebep olmuştur. Mültezimlerin yalnızca vergisini alması gerektiği toprakların sahibi olmaya başlaması sosyal ve politik yapıyı tamamen değiştirmiştir. Çok sevdiğim devrimci reis 2. Mahmut’un çıkardığı hatalı Arazi Kanunnamesi ile de bu işe devlet bizzat çanak tutmuştur.

Bu arada Mısır’da isyankar Kavalalı Mehmet Ali Paşa, yaşadığı dönem için oldukça devrimci bir hareketle toprak reformu yapmış, ayanlardaki/mültezimlerdeki arazilere el koyup toprakları bizzat köylüye pay etmiştir. Çiftçilere her ne kadar ekecekleri ürün noktasında karışılmasa da ekilen ürünlere yüksek fiyat verilerek yönlendirme yapılmıştır. Ancak Kavalalı Mehmet Ali Paşanın akıbetini biliyorsunuz zaten, uygulamaların bölgesel kaldığını ve kısa sürdüğünü anlamışsınızdır.

Yine Mi Sermaye Birikimi Meselesi ?

Buradaki kritik meselelerden birisi bizim burjuvazi sınıf olarak nitelendirdiğimiz taşralı ayanların vizyonsuzluğudur. Avrupa’da sanayi devrimi ile birlikte feodal yapıdan sıyrılan güçlü kişiler devletin de zorlamasıyla bilumum sanayi, ticaret ve madencilik faaliyetlerine girişip sermaye birikiminde öne geçerken bizdeki burjuvaziyi oluşturan ayanlar oldukları yerde saymış, bu gelir bana yeter diyerek sermaye birikimini reddetmiştir. Avrupa’nın sanayideki ilerlemesiyle Osmanlı’nın sanayide ilerleyememesinin en büyük sebeplerinden birisi de bu burjuvazi vizyonsuzluğudur. Hoş bu durum kısmen devletin mülkiyet politikasından da kaynaklanmaktadır ki SSCB’nin en büyük hatalarından birisinin Osmanlı merkeziyetçiliğinden ders almadığını söylesek sanırım yanılmayız.

İttihat ve terakki döneminde ise temel endişe yerli ve milli bir burjuvanın/sermayedar grubunun olmamasıydı. İttihat ve terakkiye kadar devlet yönetimine büyük sermayedarlar, ayanlar, ulema sınıfı, dinci grup, cemaatçi ekip, asker grubu ortaktır. İttihat ve terakki dönemine gelinmesiyle tam bir yeniden yapılanma sürecine gidilmiş, iktidar ortağı olan bu sermayedar grubunun ağırlıklı olarak gayrimüslim gruptan oluşması rahatsızlık yaratarak yerli ve milli sermayedar/burjuva oluşturulmaya çalışılmıştır.

Bu dönemde de 18. Yüzyılda hortlayan ayanlar yerli ve milli sermayedar namzeti olarak ortaya çıkmış, ancak bu kişilerin devlet içerisindeki müttefiklerinin paydaş olması nedeniyle bürokratlar ile ortak kirli işlere bulaşmışlardır. Özetle İttihat ve Terakkinin halis bir niyet ile başladığı yerli ve milli burjuva projesi, yerli ve milli olduğunu iddia eden çar çakal ile çökmüştür. Her ne kadar ittihat ve terakki tarafından Heyet-i mahsusa-i ticariye gibi bir üst burjuva örgütünün kurulması, kapitülssyonların kaldırılması, teşvik-i sanayi kanununun çıkarılması ile çok fazla gayret gösterilse de süreç olumlu sonuçlanmamıştır.

Burada 17. Yüzyıl itibarıyla Mithat Paşa’nın Ziraat Bankasını kurarak çiftçiyi tefecinin elinden kurtarma gayreti ve bir kaç münferit bölgesel faaliyet dışında tarıma yönelik olumlu bir politikadan söz etmek de mümkün değildir.

Osmanlı’da bir zamanlar ordunun temelini oluşturan tımar sistemi toprakların babadan oğula geçmesi, babalarının yerine geçen oğulların üretim yapmak ve vergi toplamak istememesi nedeniyle tımar arazileri başkalarına rüşvet karşılığı vermesi, yine tımar sisteminin dağıtılması ile ortaya konulan iltizam sisteminin de İstanbul merkezli ayanlar tarafından idare edilmeye çalışılması Osmanlı’da tarım politikasını tamamen etkinsiz hale getirmiştir.

Burada okuduğum kaynaklarda efenim tımar sistemi mi celali isyanlarına sebep oldu yoksa celali isyanları nedeniyle mi tımar sistemi bozuldu şeklinde ciddi tartışmalar mevcut. Bu konuda okuduğum kadarıyla şahsi görüşlerimi aktararak yazıya noktayı koyalım.

Biliyorsunuz Osmanlı’da ordu iki başlıdır. Birincisi yeniçeri diye bildiğimiz ama yeniçerilerin bunların içerisinde bir gruptan ibaret olduğu kapıkullarından olup bunlar padişahı ve sarayı koruyan, oldukça iyi eğitimli daha donanımlı asker grubudur. İkinci ekip ise tımarlı sipahi dediğimiz savaş zamanları harbe giden barış zamanı da hem toprakları zapt eden/koruyan hem de çiftçilik yapan ekiptir.

Osmanlı’da eskiyen ve ilk gözden çıkarılan topluluk tımarlı sipahiler olmuştur. Çünkü zaman içerisinde teknoloji ciddi şekilde gelişmiş ve bu askerlere ihtiyaç duyulmamıştır. Hal böyle olunca devlet tarım üretimini de bir sermaye birikim aracı olarak görmediğinden tımarın ve tarımın önemi dönem içerisinde azalmıştır. Yani daha da doğrusu ateşli silahların gelişimiyle tımarlı sipahiye ihtiyaç azalmış, bu durum devletin tımar arazileri azaltmasına ve bu arazilerin kontrol edilmemesine vesile olmuş, arazilerin azaltılması tarım ürünlerini azalmasına neden olmuşken kontrolün zayıflaması da tımar arazilerin rüşvetle el değiştirmesine ve tımarlı sipahinin isyan bayrağını açmasına sebebiyet vermiştir. Tımarlı arazilerin rüşvetle el değiştirmesi nedeniyle üretim bu duruma bir tepki olarak düşmüştür. Daha sonra ise Celali isyanlarının geldiğini görmekteyiz.

Evet tarım politikalarını bizim atalarımız devletin merkezine koymuşlardır. Ancak bu sektörü hiçbir zaman sermaye birikimi merkezi olarak görmemişler. Aslında baktığımızda o dönemde bütün devletlerin bu tarz bir polika izlediğini söyleyebiliriz. Lakin Osmanlı devletinin ciddi şekilde sosyalist iktisada yakınsadığını görüyoruz. Bu durum 1800’lü yıllar itibariyle kapitalizmin başladığı süreçte bizi geriye atmıştır. Tarım özelinde ise tarım aslında her ülkede yapması gereken sermaye birikimciliği ve burjuva oluşturma görevini burada tamamlayamamıştır. Zaten bu durumun yani kötü tarım ve mülkiyet politikası nedeniyle bir türlü oluşmayan sermaye birikminin ceremesini başta yerli burjuvazi mottosuyla hadiselere giren İttihat ve Terakki Cemiyeti ve daha sonra gelen Türkiye’nin kurucu kadrosunun yaşadığını görmekteyiz.

Yani evet başımızda tam merkeziyetçi bir devlet olması ve Avrupalılar gibi feodal/derebeylik sistemi içinde yaşamamamız nedeniyle bir süre rahat etmişiz. Ancak bu merkeziyetçi devletin iktisadi manada aşırı merkeziyetçi olması, keza mülkiyet kavramının bulunmaması da bizim burjuvasızlığımızın ana sebebi diyebiliriz.

Bu sistem aslında bizim ekibin uyguladığı metodun daha değişik bir varyasyonu. Biz de sadece bu elemanlara verilen topraklar onların mülkiyetinde değil ve ordu sınıfı aristokrat sınıfından ayrı bir ekipten oluşmuyor.

Efenim bir yazımızın daha sonuna geldik. Tarım serimiz devam edecek. Serinin ilk yazısı için tıklayınız. Esen kalın.

yatirimkurusu

10 yıldır finans sektöründe denetçi, İngilizce biliyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
error: İçeriklerin kopyalanması engellenmiştir.